Kayıtlar

2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Sevmeye ne gerek var?

Aşk, bana göre insanın ayaklarını yerden kesen bir histeri hali. Birine aşıkken hormonlardan kaynaklı olarak algımız değişir. Dünya daha farklı görünür. Bir başka olur insan; çiçeğe-köpeğe selam verir, daha anlayışlı ve neşeli olur, pozitif bakar hayata. Aklı havadadır, hep aşık olduğu kişiyi düşünür. Hep ‘’o’’nunla ilgili şeyleri merak eder ve ‘’o’’ mutlu olsun diye çaba gösterir. Bazen yemeden-içmeden kesilir. Gece gündüz akılda hep aşık olunan vardır. Etrafındakiler karşı gelse de duyulmaz/dinlenmez. Hormonlar öylesine etkilidir ki, bu büyülü koruyucu kalkanın içerisinde ‘’toz pembe’’ olur her şey. Yani ilk bakışta çok sağlıklı gözüktüğü söylenemez. Tanımadığınız birini ilk gördüğünüz anda bunları yaşamak, başlı başına garip zaten.  Sevgi ise (genelde) zamanla oluşan, bazen de aşık olduktan sonra olağan düzenine geri dönen hormonların bize yaşattığı dingin duygudur. Bir araştırma (ve kitap) bize aşkın ömrünün 3 yıl olduğunu söyler (bkz: aşkın ömrü 3 yıldır). Klinik çalışmalar ise 2

Mutlu olmak ister misin?

Oldukça popüler bir konu olarak, mutluluk.  Peki nerede? Okumaya üşenenler için hızlı bir özet; içimizde. Bir bebek sağlıklı bir şekilde gelişim evrelerinden geçerken, çoğu duyguyu yaşar. İstismarın herhangi bir çeşidine uğramayan çocuk, zamanla, olumlu ve olumsuz duyguları tanımlar, yaşar ve dürtü kontrolü ile kendi ortasını bularak büyümeye devam eder. Bu, bizim ütopyamız olsun. İstismar edilmeden büyüyen çocuklar olsaydı, yazımız böyle başlardı çünkü. Duygularımız rahatlıkla birbirine karışabilir ve eşzamanlı şekilde an içerisinde yaşanabilir. Ebeveyninin düşündüklerini ve davranışlarını anlamaya çalışan çocuk, gözlem ve davranış yolu ile, eylemler sonucu neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamaya çalışır ve ebeveyninin suratına bakarak, gerek ‘’aynalama’’ yaparak gerekse eylem sonu gelen ebeveyn davranışı (genelde ödül-ceza yöntemleri) ile bir sonuca varır. Ebeveyn eğer ruhen sağlıklı ve tutarlı değilse, çocuk, hangi davranışına hangi tepkinin geleceğini tahmin ederek varsayımd

Eee daha daha

Resim
Sohbet açamayanların dramı... İnsanlar ile tanışıyor, konuşuyoruz. Bir yerlerde bazen konu tıkanıyor ve ilerlemiyor. O zamanlar ''ee'' diyoruz, ''daha daha?'' Bu sorunun cevabı da buna benzer ölçüde belirsiz oluyor: ''ne olsun aynı.'' Hele ki karşımızdaki bir yakınımız değilse bu soru ve cevap tamamen boşluğa düşüyor. Hiçbir amacı yok. ''Üstad ben seni tanımıyorum, ne aynı olabilir ki?'' demiyoruz haliyle, ''iyi, süper, Allah bozmasın'' gibi basma kalıp, tamamen klişe sözler ile geçiştiriyoruz.  Peki cidden, biz bu boş sohbeti neden yapıyoruz? İnsanlar konuşur; kimi az, kimi çok, kimi çok daha fazla. Muhabbet etmeye başlarken karşıdaki insanın öz geçmiş ve deneyimlerini bilmediğimizden, belirli bir ortalamada sohbete başlarız. Bunun ortalamasını da daha önce etmiş olduğumuz sohbetlerden ve kendimizden alırız. Hangi soru işe yarıyorsa sormaya devam eder, belki daha önce reaksiyon alınan anlarda aynı şakayı b

Sence, biz şimdi neyiz?

Dağınık bir oda düşünün. İçerisinde bir sürü eşya var. ''Her yer, her yerde'' yani. Aradığınız bişey var ve o kalabalıkta onu bulmak istiyorsunuz. Önce göz gezdirirsiniz. Hızlıca bir üstünkörü bakıp hala bulamadıysanız bir kere daha yavaşça bakmaya devam edersiniz. Aradığınız her ne ise ona odaklanır, diğer eşyaları veya onların özelliklerini düşünmez sadece bulmayı istediğinize yoğunlaşırsınız.  İhtiyaç, temel düzeyde değilse (beslenme, barınma, boşaltım gb.) göreceli bir konudur ve kişiden kişiye göre tanımı ve önem sırası değişkendir.  Bazen sadece kullanmak için, bazen amaca giden yol olduğundan, bazen de gerçekten ihtiyaç olduğundan bişeyler arıyoruz. Bu bir yemek de olabilir, bir mevki de, kişi de... İnsan kendine öncelikle neye ihtiyacı olduğunu soruyor. İhtiyacı tespit ettikten sonra da gidermek istiyor ve s onsuz bir döngüde, hemen yeni bir ihtiyaç buluyor kendine.  Hep yeni elbiseye, arabaya, daha çok paraya ihtiyaç var. Sonsuz kredi çekip, yüz yıl kart borcu

Bilmek ve anlamak arasındaki fark

Gün içerisinde ve yaşamımız boyunca, sürekli bir şeyleri anladığımızı ve bildiğimizi söylüyoruz. Ciddi ciddi soruyor olsam, kaç kişi anlayabildiğini ve bildiğini kabul ederdi? Türk kültüründe ''bilmiyorum'' demek en az ''özür dilerim, seni seviyorum, sen yanlış anlamadın ben yanlış ifade ettim'' cümleleri kadar zor söylenir. Bilmemenin ayıp olmadığına dair bir atasözü olsa da, öğrenmemeye karşı dirençli bir yapımız var. Yani hem bilinmeyeni saklıyor, biliyormuş gibi ifade ediyor hem de doğrusunu öğrenmek istemiyoruz. Böyle bir kör cahillik bilgi düzleminde geriye taşıyor bizi haliyle. Anlamak ise, zihinde o olguya varabilmeyi ifade eder. ''Kafamda oturdu, demek istediğin bende bir şeyler canlandırdı, dediğin şeyi biliyorum.'' demek gibi bişeydir aslında. Yani anlamak, bilmeyi de kapsar. anlamak > bilmek Anladığımızda ve bildiğimizde, o ifadeyi/duyguyu/anlamı/kişiyi (ki ben bunların hepsini her defasında tekrarlamamak için olgu demeyi t

Herkesin bir derdi var(mı?)

Bugün insanın ikiyüzlü olduğu bir konudan bahsedelim.  ''Herkesin bir derdi var.'' Öncelikle tanım yapmak gerekir değil mi? Dert nedir? Sıkıntı nedir? Bize dert olan, herkese olur mu? Evrensel bir dertlenme mümkün mü? Dert bende, derman sende mi yoksa dert bende, derman, sen de mi? Bize huzursuzluk veren, akışımıza engel olan her şeye dert/sıkıntı diyebiliriz. Olacağına varacak veya varmasını ümit ettiğimiz durum, düşünce, anların veya sabit bir durumun başkaları tarafından veya kendi kendimize engellenmesi ve/veya bozulması haline verilen isim diyelim. Her ne yapıyorsak, ne hissediyorsak, neyi amaçlamışsak bu durum devam etsin ve engel çıkmasın isteriz. Ve ne yazık ki (belki de iyi ki) hayat, hesaplanabilir bir pozitif bilim dalı değildir. Sonsuz değişkenler vardır ve insan zihni sadece birkaç senaryoyu önceden hesaplayabilir. Doğduğumuz çevre ve diğer her şey (genler, tanıştığımız insanlar, ölümler, doğumlar vs) bizi, biz yapan etkenler. Örneğin, zengin ve nis

Sokakta hanımefendi, mutfakta aşçı, Tinder'da orospu

Resim
Seks ayıp diye büyütülen insanlardan, sevişmenin din kavramından bağımsız, zihinde nasıl tabu olduğundan ve en sonunda ortaya çıkan hastalıklı hallerinden bahsedeceğim. Mümkün olduğunda cinsiyetçi olmadan fakat atanmış cinsiyetler üzerine heteronormatif bir şekilde olacak, bu kısım için kusuruma bakmayın. 2010 zamanında one night, fuck buddy gibi kavramlar ortaya çıkmaya başladı. Romantik ve tek eşli ilişkilenme dışındaki dışındaki türler yaygın hale geldi. Aynı zamanda LGBTİ+ hareketi de bu dalga içinde görünür oldu. Bu 10 sene içinde erkekler, başta seks için sevgili olurken, bu süreçte duygusal bir şey yaşanmadan da seksin yaşanabileceğini keşfettiler. Heteronormatif düzlemde kadın erkekten güç beklerken, kapitalizm düzlemde güç, paraya döndü. Kadın, kendi özerkliğinde para kazanırken/eğitim hayatına devam ederken, her özgür insan gibi ailesinin bulduğu birini değil de kendi istediği özelliklerde partner bulmak ister hale geldi. Fakat insanlar çalışıyor artık. Büyük şehirlerde yaşam

Yaşlanıyorum da... Benimle evlenir misin?

İnsan kendi yolculuğunda, yola çıkmaya korkuyor, bulutları nasıl izlesin? İnsanlar neden evlenir? Evlenmekten ne anlıyoruz?  Sevgi, çocuk, mecburiyetler, rastlantısal sebepler… Sosyal bilimler insanın sosyal bir varlık olduğu ile başlar. Demek ki varoluştan kaynaklı bir şekilde sosyal olmak zorundayız. Şimdilik bunu kabul ederek devam edelim. Bir annenin karnında büyüyor ve dünyaya geliyoruz. Doğduğumuzdan beri bir bakıcıya ihtiyacımız var. ”Tek başınalığın yükü ağır.” Zamanla öğreniyoruz kendimize bakmayı, ihtiyaçlarımızı tek başına karşılamayı. Bazılarımız kimseye muhtaç olmama konusunda çok hassas olduklar noktada kalıyor. Etrafımızda insanlar varken, içerisinde yetiştiğimiz bir çevrede yaşıyorken, işimize/okulumuza devam ederken bile yalnız hissedebiliyoruz. Bir anlam bulma gayeti, hayatı sorgulayan her insanın düşeceği çok karanlık ve derin bir kuyudur. Bu çaba içerisindeyken bir şeylere inanmak istiyoruz. Dine, insanlara, futbola… Bir şekilde ayakta tutuyor bizi ve körü körüne de