Yaşamın anlamsızlığı ve hedonizm paradoksu

İnsanın var oluşundan beri kendine ve çevresine sorduğu bir soruyu soracağım size: yaşamın amacı nedir? 

Teknoloji ne kadar gelişse de hala insanın oluşması için 2 kişi gerekiyor. Eşeyli üreme sonrası anne karnında gelişiyoruz. Bir insanın içersinde organlarımız gelişiyor ve besleniyoruz. Hayata gelince bir süre anne sütü ile besleniyor ve zamanla anneden ayrı beslenir hale gelebiliyoruz. Dünyaya gelirken bize sorulmuyor. Ebeveyn, ülke veya zaman seçemiyoruz. Bir bekleme odası olmadığından, zamanı geldiğinde ağlayarak yaşama gözlerimizi açıyoruz. Bu durumda yaşama geliş sebebi ebeveynlerin isteği oluyor. Bebek/çocuk sevmek veya yaşlandıkça onlara bakmak için doğuma karar veriyorlar. Soy aktarımı, insanın içindeki Tanrı'nın bir yansıması ve evrimle ilgilidir. Yani birine yaşam vermek biraz Tanrı'cılık oynamak demek. 

Hayatın, ülkeden ülkeye kültürle değişen kendine has düzeni ve matematiği vardır. Bizim ülkede bu genelde doğ-okula git-(varsa)askerliği yap-iş bul-evlen-çocuk yap-çocukları evlendir-emekli ol- öl şeklinde oluyor. Böylesi bir sistem insanın sadece nefes alması ve yeni aşamaya geçmeyi hedefler sadece. Yaşamın içinde hiçbir kurum sizi arada bir çağırıp da ''kaç kitap okudun? Felsefe ile ilgilendin mi? Yaşamı sorguladın mı? Kaç ülke gördün? Gönüllü olarak çalıştın mı? İnsanlara yardımcı oldun mu?'' diye sormuyor. Ev, araba ve döviz var mı diye soruyorlar. Çünkü burada insan olmanın kalitesini para belirliyor. 

Bir şekilde doğduk, tamam. Düşe-kalka ''yapılacaklar listesini'' tamamlamaya çalışırız. Başlarda her şey oldukça kolay. Sadece yemek yemek, oyun oynamak ve okula gitmek çok da zorlamıyor insanı. Sınavlar ve ailenin çocuğu için seçtiği hobi kursları başlayınca biraz hareketleniyor hayat. Aileye sorsak çocuğu için en iyisini ister fakat çocuğa sormaz ne ister diye. ''Proje çocuğu'' büyütür aile. Kendisi ne yapamadıysa çocuğa yaptırarak kendilerini tatmin eder. Demem o ki çocukluk, sorgulamadığımız ve daha çok ''sadece yap'' evresi gibi bişeydir.  Ergenlikle beraber ''ben ne yapıyorum ya'' düşünceleri gelmeye başlar zihne. Bireysel özgürlüğünü edinmeye çalışan ergen, yeni şey denemeye yönelir. Hayatı sorgulamaya başlar.

Şimdi biraz da hedonizm paradoksundan bahsedelim. İsmi oldukça havalı, değil mi? Zamanın çocuk ve gençleri teknoloji ile büyüyor. Sürekli bir uyarıcıya maruz kalıyorlar. Bu uyarıcılar gelişim için oldukça önemli olsa da zararlı/sağlıksız uyaranlara maruz kalan bebeklerde özellikle konuşmayı geciktiren ve güçleştiren ''uyaran eksikliği'' problemini de beraberinde geririr. Sürekli olarak teknoloji ve eğlence ile büyüyen çocuk, zamanla uyarılmaya o kadar alışır ki, teknolojik aletler olmadan nasıl yaşayacağını bilemez. Teknolojiye olan bağımlılığı bir yana dursun, yaşamın kendisini ıskaladığını fark etmez. Her şey dijital ortamdaki oyundan ve ''like''tan ibaret hale gelir. Elinden telefonu alsanız huzursuz olur ve trendleri kaçırma kaygısı onu endişeye sürükler. Bunlara karşılık olarak eskiden durumlar nasıldı ona bakalım. Oyuncak bulamayan çocuklar taş, çelik-çomak ve ip ile oyun oynarmış. Günler, saatler ve yıllarca şimdi bize oldukça ilkel gelecek materyaller ile oyun üretirlermiş. Kendi kendilerine oyun oynamayı mecburiyet ile öğrenmişler. Hatta bu konuda eskilerin bir lafı var: sıkılana ''götünü parmakla'' derler. Oldukça farklı bir öneri tabii. 

Zaman geçti, bilgisayar geldi ve teknoloji gelişti. Şimdi ödevini yapan çocuk, ansiklopedi yerine Google'a soruyor ödevini. Çıktı alıp direkt onu götürüyor okula. Arkadaşları ile buluşacakları zaman, saat ve mekan adı söyleyip mekan önünde acaba gelecekler mi diye allaha emanet beklemek yerine anbean yazışıyor hatta canlı konum atıyorlar. Her yaptıklarını online paylaşıyor, like alıyor ve bundan tatmin oluyorlar. Trende uygun video çekip para kazanıyorlar. Nerden nereye işte... Dönelim paradoks mevzusuna. Sürekli sağlıksız uyarıcıya maruz kalan çocuk, her zaman uyarılmak ve eğlenmek ister. Like almadan kendini değerli hissedemez. Hayattaki ona dair beğeniyi, like sayısı ile ölçtükçe, düşük beğeniyle özbenlik saygısı düşer ve kendini depresif hisseder. Fotoğraflarına ''shop'' yapar çünkü gerçek yüzünü koyarsa kimsenin onu beğenmeyeceğini düşünür. Sürekli eğlendiği bir hayatı insanlara yansıtır. Eğlenmeye alışır ve eğlenecek bişey olmayınca hayat ona çekilmez ve sıkıcı gelir. Uyarıcı olmayınca yaşamın da bir amacı kalmaz. Hedonist şekilde sürekli haz almak zorundadır. Haz yoksa, yaşamı hissedebilmek için yeni arayışlara girer. Teknoloji geliştikçe uyarıcı daha da fazla hale geliyor ve sürekli uyarılan beyin uyarılmayınca sıkılıyor. Başka nasıl yaşanır bilmiyorlar ki. Öğrenmemiş ve hiç ihtiyacı olmamış. Haliyle can sıkıntısı ile huzursuz oluyorlar. Bir örnekle durumu açıklayayım. Farklı yaş gruplarından insanı bir adaya bırakalım. Kimler hayatta kalır ve yaşamlarını kolay hale getirir? Şüphesiz ki bişeyler avlamayı, canlıları ve çevreyi bilen, yaşam alanı kurabilen ve sandal yabilenler. Böyle bir durumda Google'a sormak mümkün olmadığından, yaşama dair ne öğrendiysek, en ilkel hali ile hayati bir önem taşır. Bilirsiniz bazı insanların elinden her iş gelir. İşleri, ailelerinden veya merak ettikleri için kendi kendilerine öğrenirler. Kimse kimseye durduk yere veya zorla üçlü piriz tamirini öğretmiyor yani. Eğer zenginseniz tüm işlerinizi yapacak insanlar çevrenizde olacağından bu işlerin neredeyse hiçbirisini öğrenmenize gerek olmayacaktır fakat ortalama bir insan yemek yapmak başta olmak üzere temek ihtiyaçlarını karşılamayı bilmek zorundadır. 

Peki her şeyin de ötesinde, yaşamın asıl amacı nedir? Ah buna keşke tatmin edici bir cevap verseydim de, çevresine ışık saçan bir budist edasında bilgeliğimden yararlansaydınız. Size kötü bir haberim var. Maalesef ki yaşamın bir amacı yok. İyi haber ise: yaşıyoruz! (Çok mu optimist oldu?) Yaşam döngüsü içerisinde sürekli yapacak işlerimiz var. Kendi listenizi bir düşünsenize: bu hafta yapılacak neler var? Veya gelecek ay? Düzenli olarak ödediğimiz borçlar var. Çiçeklere su vermek, kedi-köpeği varsa evdeki çocuğu doyurmak lazım. İşe gitmek, yakın arkadaşın düğününe gidip bişeyler takmak gerekli... Yapılacaklar listesi çok uzun. 

An'ı veya günü yaşamak/anlamak yerine kafamız hep ''sonra''da. Hep sonrası var aklımızda. Hep bir ''şu bitsin de'' derdindeyiz. An'da değiliz ve an'ı hissedemiyoruz. Kaygı ve görevler buna izin vermiyor fakat unuttuğumuz bişey var: yaşam bitiyor. Bugün, şu saniye öldük diyelim. Hala yapacağımız tonla şey kalır ve yaşayamadığımız onca şeyin hayıflanmasına düşeriz. Yaşamın kendisini anlamlandırmak için bişeyleri yapılacaklar listesine eklerken, yaşamın ne kadar kısa olduğunu unutuyoruz. Freud ''uygarlığın bedelini nevrozlarla ödüyoruz'' der. Hep bir liste, hep bir kaygı. Halbuki nihilizm orda bir yerde bize göz kırpar. Kavramları kıyaslamayı pek sevmesem de bu konuda bişeyler söylemeliyim. Bazı kuramlar insanın doğarken, yaşarken ve ölürken yalnız olduğunu savunuyor. Yazının başında insanın eşeyli olarak dünyaya geldiğinden bahsetmiştim. Yalnız başımıza oluşmuyor ve hayata gelemiyoruz. Yaşarken de sürekli olarak çevremizde insanlar var. Biz hiç istemesek ve kendimizi insanlardan izole etsek de, etrafta insanlar olacaktır. Çaba gösterip evin içinde veya özel yaşamda yalnızlığı seçsek de, bu kısıtlı bir süre böyle kalacaktır. İnsan sosyal bir canlıdır ve insana temas etmezse, sağlıklı oluştan bahsedemeyiz. Kalabalıklar içinde yalnızım edebiyatı yapsanız da, kapitalizm izin vermez zaten. Ölürken de yalnız olduğumuza inanmıyorum. Bir ömür boyunca yaşanılan tüm anılarla ve tanışmış olduğumuz her insanla biz, artık tek başımıza değiliz. Yani doğarken fiziksel olarak, ölürken de zihin olarak yalnız değiliz. 

Her gün temel ihtiyaçları gidermek için belirli bir döngü içindeyiz. Uyan, temizlen, yemek ye, boşaltım yap, uyu... Her şey aynı geldiğinde yenilik için hobi ediniyor, hayvan sahipleniyor, doğal veya kapitalizm dayatması yapay ihtiyaçları üretiyor ve onları gidermeye çalışıyor, eksikliğini hissettiğimiz şeyleri tamamlamaya uğraşıyoruz. Diğer yandan moda ve trendler ile topluma benzemeye çalışıyor, onlardan biri olduğumzu kendimize ve topluma ispatlıyoruz. Tüm bu döngüler içinde biraz soluklanıp gökyüzüne bakıyor, denizi izliyor, an'da olup gerçekten istediğimiz şeylere odaklanıyor ve sevdiklerimize zaman ayırabiliyorsak yaşamı hissediyoruz. Şunda bir anlaşalım: nefes alıp vermek değildir yaşamak. Cehennem olan başka insanlardan/elalemden kurtulduğumuzda veya Fight Club'taki gibi sahip olduğunuz hiçbir şeyiniz kalmayınca özgürleşiyorsunuz. 

Maalesef ki yaşamın bilinen/keşfedilen bir amacı yok henüz. Biz ona anlam katıyor ve hayatı daha yaşanır kılıyoruz sadece. Zaten ölüm var. Onca güzelliği keşfetmek varken ölmeyi seçmek ahmakça. Belirli düzlemde bu da bir tercihtir fakat ölüme övgüyü doğru bulmuyorum. Her şeyin ötesinde, nefes almak ve sağlıklı olmak bile muazzam şeyler. Yaşamak benim seçimim değildi fakat yaşamayı sürdürmeyi ve güzel kılmayı ben seçiyorum. 

''Göğe bakalım.''